Gözler kalbin aynası mı bilmiyoruz ama araştırmalar gösteriyor ki sinir sisteminin aynası ☺
Scientific American Dergisi’nde yayınlanan bir makaleye göre göz bebeklerinin büyüklüğüne bakarak karşımızdakinin duygularını ya da tutumlarını okuyabiliyoruz; üstelik genellikle gözler arasında gerçekleşen bu bilgi alışverişi bilinçdışı bir düzeyde oluyor. *
Büyümüş göz bebekleri keyif aldığımız durumlarda ya da bir şeye ilgi duyduğumuzda ortaya çıkıyor. Daha da önemlisi büyümüş bir göz bebeği görmek, gözlemcinin de göz bebeklerinin büyümesine neden oluyor. Bir anlamda gözler arasında birbirini etkileyen bir fizyolojik bağ kuruluyor. Yani bakışlarımızla birbirimizi sadece psikolojik olarak değil fizyolojik olarak da etkiliyoruz; bakışlarımız karşımızdaki kişinin sinir sistemini ve beynini etkiliyor. *
Bu etkinin yaşamdaki ilk örnekleri bebekler ve ebeveynleri arasında. Gelişimsel bir araştırmada ise bebeklerin, karşılarındaki kadın araştırmacıyla göz bebekleri büyümüş haldeyken göz teması kurduklarında, gözleri kısılı olduğundan daha fazla güldüğü belirlenmiş. Bu da demek oluyor ki yalnızca bebeğimize bakarken dahi onun beyin gelişimini etkiliyoruz. *
Bakışlarımız ve göz bebeklerimizin büyüklüğü esasında sinir sistemimizin bedenimizdeki yansımalarından biri. Bebekler pek çok şekilde doğrudan ebeveynlerinin sinir sistemine bağlı. Henüz kendi sinir sistemi tam olarak gelişmemiş bebeklerin, acıkması, ağrı hissetmesi ya da huzursuz olması gibi stres yaratan durumlarda kendi kendilerini sakinleştirmeleri mümkün değil. Bunun için ebeveynlerinin sinir sistemine ihtiyaç duyuyorlar. Yani kendilerini regüle edemedikleri için koregülasyon (ebeveyn ile birlikte regüle olma) bebekler için yaşamsal.
Bu elbette “ebeveynler olarak bedenimiz ve sinir sistemimiz her an regüle halde ve sakin olmalı” demek değil. Ancak sinir sistemimizin ve dolayısıyla onun bedendeki yansımalarının farkında olmak, bebeğimizle etkileşimimizi ve dolayısıyla beyin gelişimi başta olmak üzere bebeğin bütün gelişim alanlarındaki etkimizi farkındalıkla gözlemlememizi de sağlayabilir. Elbette uykusuz bir gecenin ardından annenin bedeni, göz bebekleri ve bakışlarından dokunuşuna kadar bebeğe bu mesajı verebilir. Ancak anne, bedenindeki “yorgunum” diyen yerlerin, sıkışıklıkların, ağrıların farkında olduğunda sinir sisteminde değişimler olacak ve olası etkiler de bu değişimden payına düşeni alacaktır. Bedenimizde bir duyguya eşlik eden bir sıkışıklığı fark edip gözlemlediğimizde dahi o bölgede fizyolojik olarak değişim ve iyileşme olduğunu gözlemleyebiliriz.
Aslında “neden farkındalıkla ebeveynlik?” sorusunun yanıtlarından biri tam da burada saklı. Gebelikten itibaren başta beden taraması olmak üzere bütün mindfulness pratikleri içinde bedeninin, sinir sisteminin ve zihninin meraklı bir gözlemcisi olabilen ebeveynlerin, ebeveynlik deneyimleri de değişiyor. Zira kendi ihtiyacının farkında olan, bedenindeki duyumları merakla inceleyen anne ve babalar, bebeklerinin ihtiyaçları ile bağlantı kurmada, diş çıkarken çekilen ağrılar gibi merhem olamayacakları durumlarda dahi kabul, sabır, merakla bebekleriyle etkileşimde kalmada daha pozitif deneyimler yaşayabiliyorlar.
Yani özetle, en başta sözünü ettiğim “bakışları” değiştirmek değil ama bu bakışların bebeğimize neler söylediğinin farkında olmak için mindfulness pratiklerine bir davetim var. “Gözleri aşkla gülen taze söğüt dalı” bakışlar da, “yorgunum dostlarım” diyen bakışlar da ebeveynliğe dahil. Mindfulness her ikisini ve daha yüzlerce olasılığı yargısızca görmek ve kabul etmek için bize bir kapı aralıyor. Merakla kendi bedenimize ve zihnimize bakmaksa, bebeğimizin ihtiyaçlarına da yargısızca ve merakla bakmayı getiriyor. Ve bu bebeğin en temel gelişimsel ihtiyacı olan sevgi ve kabulle bakımın, ebeveyn-bebek etkileşiminin anahtarı.
*Scattered Minds, Gabor Maté